Bütün ciddi istihbarat birimlerinin, olmamaları gereken savaşlarda, haklı sebepler üretme planları vardır. Sarkozy’nin ISAF bünyesinde, Afganistan’da ki kayıpları artınca, iç siyasette puan kaybetmeme adına, olası Taliban dönüşünde Afgan kadınların düşeceği durum üzerine politika üretmesi, Almanya’nın ise uyuşturucu ve mülteci sorunlarına vurgu yapması, öldürdükleri Afgan başına ürettikleri savunma mekanizmalarıdır. Acı olan iç siyasette bu söylemlerle kendi halklarını savaşın meşruluğuna inandırmalarıdır.
Türkiye’nin siyaset uzmanı köşelerine dikkat ederseniz, son altı aydır Suriye konusunda ne denli haklı bir savaşa gireceğimizi hissedebilirsiniz. Hıristiyan ve emperyal hafızalı Batı ülkelerinin bu planlarını anlamakta zorlanmasınız, ancak Müslüman ve şanlı tarihiyle övünen bir Türkiye’ye savaş satmak istiyorsanız, daha elle tutulur sebepler vermeniz gerekir.
Bu ülke; Suriye’ye sınırında ki ihlallerle etkilenmeyecek derecede, kırmızıçizgilerini pembeleştirmiş bir ülkedir. Yakın zamana kadar ortak Bakanlar Kurulu düzenleme derecesinde kanka olduğumuz bir komşumuza, saldırmak için daha elle tutulur sebeplerin hipnoz ısrarcılığında sunulması gerekir. Bu noktada basınımızın hakkını yememek gerekir. Üzerlerine düşeni hakkıyla yaptıklarına inandığım köşe yazarlarımız, acemiliklerinden olsa gerek, kamuoyu gözünde Suriye yönetimini terör örgütünden daha tehlikeli bir boyuta getirememişlerdir. Basının bu yönde ki çabası, şimdilik, savaşı istemeyenlerin sesini duyurmamakla sınırlıdır. Tabi insanın şu çelişkiyi de sorası geliyor; Suriye yönetiminin halkına uyguladığı ‘’insanlık suçu’’ da, dün görüştüğümüz Barzani yönetiminin, uzun yıllar Musul’da, Kerkük de Türkmenlere uyguladığı ‘’demokrasi dersi ‘’mi.?
Ordu kelimesini duyunca tüyleri diken diken olanların, askeri vesayetle yatıp, darbe korkusuyla uyananların, Suriye söz konusu olunca bu kadar militarist kesilmesi ve ‘’gereken yapılır’’ derecesin de savaş kokusu yayması, trajedi tadında ki dış gelişmeleri, komedi kıvamına taşımaktadır. Türkiye’de muhalefetin yokluğu artık aşikarken, basında ki tek sesliliğin tadı artık kusma noktasında bizi doyurmuşken, neye evet dediğini bilmeyenlerin, 12 eylül yargısına müdahil olmaları, beklenmedik yetkili ağızlardan eleştiri alırken, Suriye konusunda toplum mühendisliği yapılması da dikkat çekmeyecektir. Şam yönetiminin Bekaaa vadisin de eğittiği militanlar bile, devrilmesi için yeterli sebepken, Irak’tan sızan terör yüzlerce fidanımızı açmadan soldururken, savaşı Suriye’ye yıkmak ve satmak kısa vadede uzak dostları sevindirse de, uzun vadede komşuları güldürmeyecektir. Çocukların bile güldüğü ve kullanıldıkça anlamını kaybeden demokrasi ve insan hakları söylemleriyle savaş bulutlarını çağırmak, tarihi ve kültürüyle bölgede güven unsuru olan Türkiye’ye bir çok değerini kaybettirir.
Türkiye’nin ülke içindeki ordu aleyhtarı söylemlerin arttığı bir dönemde, satılık savaşların ihalesine girmesi, akıldan uzak bir çizgidir. Kıbrıs sorununu çözememiş, A.B ilişkileri durma noktasına gelmiş, Irak konusunda pasif, İran sorunun da çizgilerini tam belirleyememiş, terör noktasında iç güvenlikle açılım arasına sıkışmış bir Türkiye’nin, doğal süreçte devrilmesi muhtemel bir Suriye’ye sınır ihlalini sebep göstererek sopa göstermesi inandırıcılıktan uzaktır. Hele ki İran’ın Suriye’yi sınır karakolu olarak görmesi bilinirken, Suriye’ye saldırmanın İran’ı da vurmak anlamına gelmesi dünyanın konuştuğu bir gerçektir.
Suriye’nin derdi bitmez, bu konuyu şimdilik burada bırakıp, son haftaların popüler konusu hakkında da yani 28 Şubat, zalimleri ve mazlumları hakkında da birkaç şey söylemek gerekir sanırım. Son dönemde moda haline gelen iki tartışma var; birincisi 28 Şubatı eleştirmek, ikincisi eleştirenleri eleştirmek. İki konunun da abartı derecesine ulaşması, benim yaptığım bu üçüncü eleştiriyi de yakında başlatacaktır diye düşünüyorum. Bu konu artık o derece siyasileşti ki, insanlar bir şeyler söyledikçe siyasi çerçeve çizecekleri endişesine kapılmaya başladılar. Madur olanların yada olmadan da haklı olarak duruma kızanların rahat konuştuğu bu süreç, hiç bilgisi olmayanların yada o süreçte tam tersi yönde fikir üretenlerin de 28 Şubatı lanetlemesi, tarafsız insanlar da bile ‘’bu kadar da değil’’ havası oluşturmaktadır. Bu süreç maalesef yargının da toplum nezdinde siyasileştiği izlenimini doğurmaktadır. Mevcut iktidarın hiç yapmaması gereken şey, bağımsız yargı dedikleri bu süreci, zafer nidalarıyla sunmalarıdır. Yâda hem bunu yapıp, hem de yargının siyasallaştığı söylemlerine kızmalarıdır.
Ülkemizde siyaseten lanetlenen günler ve dava süreçleri o kadar iç içe girdi ki, iddia ediyorum şuan 12 Eylül noktasında sorulacak bir soruya insanlarımızın birçoğu 28 Şubatı anlayarak cevap verecektir. Yani, birine mikrofon uzatıp; efendim 12 Eylül Türk insanına ne kaybettirdi derseniz, şuan alacağınız muhtemel cevaplar arasında; sormayın çok kötüydü, Erbakan’ı korkuttular, Kuran kurslarını kapattılar olacaktır. Aynı algısal hata, Ergenekon davasında da eminim tekrarlanacaktır. Bu tarz yanılgılar, bu çok önemli davaları siyaset ağzıyla tanıdıkça ve yargıyı kendi olağan seyrine bırakmadığımız sürece de yaşanır.
Üzülerek söylemek gerekirse, Türkiye’de en kolay ve masrafsız meslek, toplum mühendisliğidir. Herkesin söyleyecek bir şeyleri vardır ve herkesin etkileyebileceği bir tabanı mevcuttur. Bunu siyasi yönünüzü ve gücünüzü de katarak yaparsanız etki ve tepki sahanızı da genişletirsiniz. İsterseniz deneyin hak vereceksiniz. Kolay gelsin…
Adınız...
24 Nisan 2012 at 16:34
ağzınıza ve yüreğinize sağlık hocam özellikle Suriyede ki gelişmelerde şu söz”Ordu kelimesini duyunca tüyleri diken diken olanların, askeri vesayetle yatıp, darbe korkusuyla uyananların, Suriye söz konusu olunca bu kadar militarist kesilmesi ve ‘’gereken yapılır’’ derecesin de savaş kokusu yayması, trajedi tadında ki dış gelişmeleri, komedi kıvamına taşımaktadır.” söylenmesi gerekirdi.
cesur
26 Nisan 2012 at 15:31
cesur ve tarafsiz…tebrikler.
Anonim
28 Nisan 2012 at 15:28
daha çok yazın lütfen
vay be
28 Nisan 2012 at 21:58
hayret çomü haberde tarafsız yazıda okuyabilecekmişiz demek..