Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… minicik ışıklar yanıp sönüyor.
Ve kocaman gözler var, yanıp sönen karşıda.
Ve tertemiz evler var…
Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, Ikonsatazada gelin güvey taçları.
Mezarlarda atalar yanıp sönüyor…
Göz kırpıyorlar sırayla karşıda…
Çocuklar, akrabalar, dostluklar bıraktık.
Dido Sotiriyu, 20. yüzyılın başındaki Ege’nin her iki yakasında yaşayan halkları derinden etkileyen trajediyi anlattığı „Benden Selam Söyle Anadolu’ya“ isimli romanında, sadece Şirin’ce köyü sakinlerinin duygularını değil, aynı zamanda her iki halkın benzeri duygularını dile getiriyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 19. yüzyılından sonraki çözülüş ve dağılış evreleri, tarihsel süreç içerisinde, ulusal nitelikli yeni bir Türk Devleti’nin oluşumunu zorunlu kılan koşulları da beraberinde getirdi. Bu tarihsel olgu; siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel etkenlerle kendine özgü bir hal aldı ve 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da, Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan „Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol“ün ortaya çıkmasına neden oldu. Bunun hemen öncesi ve hemen sonrasında iki taraflı göçlerle yaşayan dönem, denizin iki yakasındaki insanlar için izlerini halen görebildiğimiz „bir hayat kitabı“ olarak karşımızda durmakta.
Bu göçlerden her anlamda etkilenen yerlerden bir de Çanakkale’dir. Kent ve kente bağlı bölgelerde yaşanan süreç, dönem dönem farklı bakış açılarıyla, farklı araştırmacılar tarafından ele alınmış ve alınmaktadır. İşte bu konuda yeni sayılabilecek yayınlardan bir daha elimizin altında:
Gülriz Beşe Erginsoy. Adalılar. İmroz’dan Gökçeada’ya. 2006. Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kitabın yazarı Prof. Dr. Güliz Erginsoy, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışırken, 1989 yılında bir köy evi almak için adaya gider. Ve kısa bir süre, sonra adanın Bademli köyünde yaşayan ve yaşları kırk ile doksan arasında değişen kişilerle bir sözlü tarih araştırmasına başlar. Her geçen gün büyüyen araştırma, Adalılarin Türkiye Cumhriyeti’nin kuruluşu ile başlayan serüvenlerini kendi anlatımlarının oluşturduğu derin bir pana(roma-a)dan sunar. Çalışma iki taraflı değişim temelinden gelişerek, bir anlamda günümüzdeki sorunlara da cevap önerilerini arayan bir içerik kazanır.
Herkesin kabul edeceği gibi sosyal antropolojinin en önemli metaforlarının temelinde mekan ve bina vardır. Ev, toplumsal varlığın kalıcı yapılar inşaa etmek ya da toplum ile mekan ortaklığını –yani yapıyı- yeniden üreterek, insan toplumsal karakterinin elle tutulur bir biçime dönüştüğü birimdir. İşte Gülriz Beşe Erginsoy’un çıkış noktasıda evlerdir, terkedilmiş evler:
„Terkedilmiş evleri tek tek dolaştım. Aileleri ve akrabalık ilişkilerini kağıda döktüm. Soyağaçları yaptım. Sahilerini bilmediğim insanların özel eşyalarını, eldivenlerini, çantalarını, notlarını buldum. Terkedilmiş, kapısı bacası açık, kiremitleri ve hatılları alınmış, damları olmayan evlerde yatakları, şilteleri, dokuma tezgahlarını, dolapları, sandaleyeleri paramparça gördüm. Dokuma tezgahları ısınmak için yakılmış, sandıklar açılmış, eşyalar etrafa saçılmış, yerlerde ayakkabılar ve kadın mayoları duruyordu. Sanki hayat bıçakla kesilmiş gib durmuştu bu evlerde. Bu görüntüleri sadece sessizce kaybettim. Konuşacak ve fikir yürütecek halim kalmamıştı ağlamaktan. Hayatımda böyle bir deneyim yaşayacağım, böyle görüntülerle karşılaşacağım aklıma bile gelmezdi“.
Erginsoy’un bu çalışmasıyla, Çanakkale bölgesi sözel tarih çalışmalarına bir yenisi daha eklenmiş oldu. Hiç kuşkusuz zorunlu göçü iki yüzü keskin bir bıçak gibi, iki tarafı da etkilemekte. 1923-25 yıllarında, Drama, Kavala, Girit, Selanik’te doğmuş beşyüz bin Türk, büyük oranda, Yunanlıların boşalttığı topraklara yerleştiriliyorlar. Bunların bir kısmı da Çanakale’ye geliyor. Ancak trajedinin bu yüzü pek ele alınmamış gibi.
Kemal Arı’nın 1995 yılında basılan Büyük Mübadele –Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925). Tarih Vakfi Yurt Yayınları bu konuyu göçün ekonomik boyutuyla ele alsa da, sözel tarih çalışması açısından, bu konuda yayın neredeyse yok gibidir. Umarız, Erginsoy’un yaptığı çalışmanın benzerleri Çanakkale’de de gerçekleştirilir.
Yazımızı bu göçmelerden biriniz sözüyle bitiriyorum:
„Herkes doğduğu yeri görmek istiyor“.