Genel
Toplumsal Kardeşliğimizi Zedeleyen İki Önemli Hastalık
Bu yazı tumhaber.com’dan alıntılanmıştır.
İnsanoğlu ilk çağlardan günümüze gelinceye kadar toplum halinde yaşamaktadır ve toplum halinde yaşamaya devam edecektir. İnsan hayatında birinci dereceden söz konusu olan toplumsallıktır. Bireysellik de elbette bazı hallerde gereklidir. Ancak genel çerçevesiyle önemli ve öncelikli olan toplum halinde yaşadığımız gerçeğidir. İşbirliğinin gerçekleşmesi ve insan hayatının sağlıklı bir şekilde devamı için bu gereklidir.
Toplum hayatımızın istenen ölçülerde sağlıklı yürümesi noktasında ihtiyaç duyduğumuz çok çeşitli hususlar vardır ki bunlardan birisi ve en önde geleni toplumsal kardeşlik hukukudur.
Kur’an-ı Kerim ayetlerine ve Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerine dikkatle baktığımızda, İslam Dini’nde toplumsal kardeşlik hukukunun ne denli ön planda tutulduğunu ve bizleri kardeş yapanın bizzat Yüce Allah ve O’nun sevgili Peygamberi olduğunu görmekteyiz. Çünkü Yüce Allah Hucurat suresinde (49/10) “Müminler ancak kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz,” buyurmuştur. Hz. Peygamber de “Müslüman Müslümanın kardeşidir” (Buhârî, Müslim) buyururken, “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz,” (Buhârî) hadisiyle de bu kardeşliğin sınırlarını genişleterek bütün insanları kardeşlik hududunun içine çağırmıştır.
Madem ki bizleri kardeş yapan Allah ve Rasulüdür, o halde bizlere düşen bu kardeşlik hukukunu tesis etmek ve kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. Ancak kardeşlik hukukunu bozan bazı toplumsal yaralarımız vardır ki burada en önemli iki tanesine işaret etmek istiyoruz. Bunlardan birisi gıybet/arkadan konuşma ve diğeri de küslük/dargınlıktır.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de gıybeti, ölmüş kardeşin etini yemek kadar büyük günah saymış ve şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bunu kerih/çok çirkin gördünüz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir”. (Hucurat 49/12)
Bunun yanında Mirac esnasında Peygamberimiz, insanları arkalarından çekiştirip gıybet edenlerin, vücutlarının yanan kısmındaki etlerinin kesilip kendilerine yedirildiğini, bir diğer rivayette de bakırdan tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini tırmaladıklarını görmüş ve ümmetini buna karşı uyarmıştır. Ayrıca, insanları fitneye düşüren hatiplerin dil ve dudaklarının kesilip tekrar eski haline geldiklerini ve bu şekilde azap görmeye devam ettiklerini görmüştür ki gıybet yoluyla insanları fitneye düşürenlerin de bu guruba girdiklerini söylemek mümkündür.
Yukarıdaki gıybet ayetinde geçen kaçınmamız gereken “zannın çoğu”, elimizde kesin delil olmadan kardeşimizin hakkında sû-i zanda/kötü zanda bulunmamızdır. Elimizde kesin delil bulunsa bile başkalarının yanında değil de kimsenin olmadığı yerde kendisini usulüne göre uyarmamız gereklidir. Ancak maalesef bu husus çok ihmal ettiğimiz bir konudur. İnsanlar ne yazık ki bir kardeşinin/arkadaşının bilerek veya bilmeyerek yaptığı bir yanlışı gördüklerinde bunu başkalarının yanında neredeyse ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar. Belki de bununla ona karşı kendilerinin mazur olduğunu ortaya koymaya ve bunun alt yapısını hazırlamaya çalışmaktadırlar. Oysaki bu durum gıybetin katmerlisi olmakta, hatta bazen sınır aşılarak iftira boyutuna bile geçilmektedir. Hâlbuki burada da gıybet caiz değildir. Bu durumda o Müslüman kardeşimizin günahını/hatasını/yanlışını başkalarının yanında anlatmamız “büyük günah”tır. Yapılması gereken kendisiyle randevulaşıp kimsenin olmadığı yerde kendisini usulüne uygun bir şekilde uyarmaktır. Yanında başkasının gıybeti yapılan da bilmelidir ki onun yanında bir başkasının gıybetini yapan kişi, bir başkasının yanında da onun gıybetini yapacaktır.
Gıybet, kul hakkı olduğu için gıybet edenin, gıybetini yaptığı kişi ile helalleşmesi gerekir. Ancak bu mümkün olmazsa veya bu durum yeni bir fitneye sebep olacaksa o zaman bu noktada İslam Dini çok büyük bir kolaylık getirmiştir. Hz. Peygamber’in buyurduğu üzere o da, “Gıybetin kefareti gıybeti yapılan kişi için Allah’a istiğfar etmektir”. (Hatib, Enes R. Anh’dan). Yani Hz. Peygamber bizden gıybetini yaptığımız kişi adına Yüce Allah’tan af ve mağfiret dilememizi istemektedir. Bu, kendimiz adına yapılacak af ve mağfiret dileğinden sonra yapılacak bir ameliyedir/eylemdir. Bu husus, manevi ve psikolojik olarak da gıybetini yaptığımız o hoşlanmadığımız kişiye karşı kalbimizdeki buğz, nefret ve hoşnutsuzluk duygularının ortadan kalkması -en azından hafiflemesi yolunda- atılacak önemli bir adımdır.
Yalnız burada, göz ardı ettiğimiz çok önemli bir husus daha vardır. Bazı insanlar gıybet ettikleri şeyin gıybet edilende bulunduğu takdirde bunun gıybet olmadığını, çünkü doğruyu söylediklerini ifade etmektedirler. Aslında bir hadis-i şerifte (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) geçtiği üzere “gıybet, tam da işte bu doğru olan şeyi o kişinin arkasından söylemektir”. Doğru olmayan şeyi söylemek ise iftiradır. Bu durumda gıybet bu kadar günah ise iftira onun iki misli daha büyük bir günahtır.
Diğer bir toplumsal yaramız küslük/dargınlıktır. Maalesef bugün toplumumuzda küslerin sayısı sandığımızdan daha fazladır. Baba oğulla, karı kocayla, kardeş kardeşle, arkadaş arkadaşla çok çeşitli sebepler yüzünden küs durabilmektedir. Bunlar da çoğunlukla ya bir maddi menfaat, ya bir miras meselesi, ya da tarafların birbirlerine veya bir tarafın diğer tarafa yaptığı bir zulüm ve haksızlık yüzünden olmaktadır.
Oysa küslük/dargınlık hakkında Hz. Peygamber, “Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın/küs durması helal değildir” (Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî) diyerek bunu yasaklamıştır.
Sevgili Peygamberimiz bununla da kalmayarak birbirimizle küs durmanın neticesini şu şekilde haber vermiştir: “Cennetin kapıları, Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Din kardeşi ile arasında düşmanlık olan kimse hariç Allah’a hiç bir şeyi eş/ortak koşmayan her kul bağışlanır. ‘Bu iki kişiyi aralarında anlaşıncaya kadar bekletiniz, barışıncaya kadar bekletiniz’ denilir”. (Muvatta, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud).
O halde Cennet’in kapısında beklemeye tahammülü olanlar Müslüman kardeşleriyle dargınlığa devam etsinler Bu onların kendi tercihleridir. Ancak şunu bilsinler ki Cennet’i hak etmiş olsalar bile ne zaman kardeşleriyle barışırlarsa o zaman Cennet’e gireceklerdir.
Söz konusu ettiğimiz, toplumsal kardeşliğimizi zedeleyen bu iki manevi/psikolojik/ toplumsal hastalıktan korunmak gerçekten de o kadar kolay değildir. Bunun için sağlam bir iman, kuvvetli bir ameli pratik ve güçlü bir ahlaki yapı gereklidir. Hepimiz insan olarak zaman zaman bu iki hastalığın tuzağına düşüyor olabiliriz. Önemli olan bunun farkına vararak tövbe etmek ve bir daha yapmamaya kesin kararlı olarak Yüce Allah’ın huzurunda söz vermektir.
Yüce Allah, hepimize, toplumsal kardeşliğimizi birinci dereceden engelleyen gıybetten ve dargınlıktan uzak durmayı nasip eylesin. Eğer bu hasletler bizde varsa tez zamanda kurtulma çabası içine girmeyi ve neticede kurtulmayı nasip etsin. Kardeşlik hukukumuzun gelişmesi, daha iyi bir toplum, daha iyi bir ülke ve daha iyi bir dünya için bu, olmazsa olmaz bir gerekliliktir.
Gıybetsiz ve dargınlıksız günlerde buluşmak dileği ve ümidiyle Yüce Allah’a emanet olunuz…