21. yüzyılın kaderinin, siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda kentler tarafından belirlenmekte olduğu ortada. Uygarlığın kilit unsurlarının kentlerde yoğunlaştığı artık tarihsel olarak da kanıtlanmıştır. Ancak, yerleşim sistemi ve mekansal anlamda en önemli rolü oynayan kent, sadece kendi nüfusuna değil, sınır ve dışındaki nüfusa da hizmet veren; karşılığında da hizmet alan bir yerleşim birimidir. Uzmanlıklarla donanmış pekçok işlevleri yerine getirmekle sorumlu olan kent, yapısı gereği köy gibi kapalı, sadece iç tüketime dönük bir geçim ekonomisine sahip olamaz. Kent, besin, hammadde elde edilmesi, hizmet ve ürünlerin tüketilmesi için kaçınılmaz olarak, bir dış nüfusa ihtiyaç duyduğundan, kırsala, kırsal da ona bağımlıdır. Kent, toplumun gerçekleştirdiği işlevlerin karmaşık hale gelmesiyle, bu faaliyetler nedeniyle bir alanda odaklanma eğilimin sonucunda, gerçek anlamda bir kent olarak varolabilir.
Kent, kasaba ve köy arasındaki ayırım; havuz, göl ve baraj ile özelştirilebilir. Seçkin mağazaları, devasa otelleri, tatil köyleri, camileri, disko ve baraları olan Bodrum’un bir kent değil de ilçe olduğu, nüfus, boyut ve anıtsal yapı gibi (ki en önemli öğe aslında budur) ölçütlerle nereye kadar açıklanabilir? Yapısında barındırdığı işlevlerin sayısı ve bileşikliği ile ayrılan kentlerin, birkaç kavram ve tüm kültürlere karşılık gelecek şekilde mutlak bir şekilde tanımlanmayan değişken yapısı, birlikte nesnel olmayan bakış açılarını da getirektedir. İşte bu söz konusu bu öznel anlayışlar, kent tarihinde geriye gidildikçe, çizgilerin ve sınırların ayrılması giderek güçleşeceğinden, daha büyük önem kazanmaktadır. Peki o zaman kenti, değerleri ve anıtsallığıyla en iyi değerlendirebilmenin yolu nedir? Böyle bir yol var mıdır?
Kesin olarak böyle bir yolun olduğunu söylemek çok zor; ancak kentin özgün mimarisinin ile kentin kültürel kapasitesinin öne çıkartılmasının böyle bir yolun başlangıcı olabileceğini öne sürebilirim.
Kent mimarlığını anlayarak, onunla bağlantılı kültür tarihi ve yan dallarını daha somut olarak el alabiliriz. Ancak bunu yapabilmek için öncelikle kente ait özgün ve anıtsal mimarlık eserlerinin öncelikle işlevsel bir şekilde korunması gerekmektedir.
Peki bu durum, Çanakkale kentinde ne ölçüde gerçekleştirilmektedir?
Bu soruya buruk bir evet cevabı verebiliriz.
Özellikle son on yıllarda, öncelikle kent özgün mimarliğı belgelemiş ve büyük oranda korunma altına alınmıştır. Yani eski yapılar tescillenmişlerdir. Peki bu yeterli midir?
Hiç kuşkusuz. Özellikle 70’lerde başlayan plansız ve özgün dokuya saygı göstermeyen çarpık yapılaşma fırtınasından Çanakkale de payını almıştır. Bu fırtına 80’li yıllarda biraz daha ivme kazanarak, kent silüetlerinde başat olmuşlardır. Maalesef bu durum Çanakkale için de geçerlidir. Bu çirkin mimari görünüşü kısa sürede Çanakkale’de ortadan kaldırmak imkansız gibidir. Ancak Çanakkale’de özgün mimariyi yeniden kazanmaya yönelik çok ciddi çalışmaların olduğunu da belirtmek gerekmekte. Bu çalışmaların hızlanarak devam etmesi şarttır, kimlikli ve bellekli kente giden yol budur.
İkinci önemli olgu kentin kültürel kapasitesi ve bunun süreli bir şekilde arttırılmasıdır. Tüm modern kentler bakıldığında bu olgunun üniversitelerle gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Üniversite önce öğretim elemanları, sonra öğrencileriyle söz konusu bu kapasiteyi artırmada en önemli çıkış noktasıdır. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi 30 000’i geçen öğrencisi ve öğretim elemanlarıyla bu amacın motorudur.
Evet baştaki sorumuza geri dönecek olursak: Çanakkale nereye?
Çanakkale’nin kimlikli, bellekli, kültürel bir üniversite kenti olmaktan başka seçeneği yoktur.