Genel
Savaş Müzesi
Savaş nasıl kokar?
Parçalanma ve ölüm.
Geçen sene açılan Dresden Askeri Müzesi’nde bir sanatçının çamur, küf, kurumuş dışkı ve savaş artıklarının karışımından elde ettiği koku karşılıyor ziyaretçileri.
Bir cam kavanozun içine konan kedi, zehirli gaz verildiğinde nasıl ölür?
Gittikçe artan panikle, yavaş yavaş geliyor ölüm; üstelik vücudunun tüm deliklerinden sular akarak. Alman Ordusu, 2. Dünya Savaşı’nda Rusya’daki partizanları bu yöntemle öldürmüştür ve 40’lı yıllarda bu tür ölüm, laboratuvar testinde filme çekilmiştir. Artık bu film de Dresden Askeri Müzesi’ndeki serginin bir parçası olarak ekranda görebilinmekte.
Gerçek büyüklüğünde bir fil, katır, domuz, koyun, köpek ve kediden meydana gelen bir alay geçidi. Koyunun bir bacağı yok; askerler onu mayın tarlasına sürdüğünde kaybetmiştir bir bacağını. Domuz ise çok daha şansızdır; çünkü o ise antik dönemde, savaş fillerini kaçırtmak için yanan bir savaş makinası gibi kullanılmıştır. Ancak dikkat edilmediğinde sergideki bu hayvanları Nuh’un Gemisine binen sürüler sanabilirsiniz. Artık günümüzde her müze bir Nuh’un Gemisi olsa da; yaşayan en önemli mimarlar arasında sayılan Amerikalı Daniel Libeskind’in planladığı üç katlı Dresden Askeri Müze binası, hayatta kalmanın değil de, sanki yok olmanın, parçalanmanın bir örneği gibi karşılamakta ziyaretçileri.
Neoklasist Anglo-sakson eski bir yapının ortasına bir yıldırım gibi düşen mimar Libeskind’in tasarladığı müze binası, ilk bakıldığında bir gemiyi anımsatmakta. Dresdenliler müze yapısının bu ön yüzüne ‘küpeşte’ ismini takmışlar. Kentin yaşlıları ‘V’ biçimindeki bu yapının, 13 Şubat 1945’de İngiliz ve Amerikalı savaş uçaklarının kenti bir kül ve ateş yığınına çeviren o dehşet bombalamayı hatırlattığını söylemekteler. Mimar Libeskind ise yapıyı tasarlarken böyle bir amacı olmadığını; asıl amacının ‘küpeştenin’ 40, 1 derece açıyla, kentin bombalamada yok olan bölümünü gösteren üçgeni göstermeyi amaçladığını belirtmekte. Anılar ve algılamalar sınır tanımıyor; ancak mimar Libeskind neredeyse tüm projelerinde yerel tarihi yeniden vurgulamayı amaçladığını dile getirmekte.
Müze yapısının en üst katından Dresden eski kent merkezi kuş bakışıyla görülebilinmekte.
Ana bina yapısı ise Doğu Almanya döneminde Ulusal Halk Ordusu Müzesi olarak kullanılmış. 1990 yılında Doğu-Batı Almanya birleşince, bina Federal Almanya Cumhuriyeti Savunma Bakanlığı’nın Askeri Tarih Araştırmaları Merkezi’ne devredilmiş. Bundan sonra ise buranın Savunma Bakanlığı Merkezi Müzesi’ne dönüştürülmesine karar verilmiş. Bir iki kuşak öncesinde ırkçı ideolojiyle insanlık tarihinin en büyük soykırımını gerçekleştirmiş olan bir kurumun geçmişiyle klasik bir müze projesiyle hesaplaşabileceği düşüncesi, buranın modern bir müzeye dönüştürülmesinde büyük rol oynamış. Bu nedenle de mimari yarışmayı Libeskind’in projesinin kazanmasında, hem modern mimarlık uygulamaları hem de eski yapıya yeni bir yapıyla sembolik anlam vermesi etkin olmuş.
Müze, ziyaretçileri askeri müzelerde alışılmış olduğu gibi bir top ya da bir tank yerine, ‘sevgi’ ve ‘nefret’ kelimelerinin görüldüğü bir video instalasyonu ile karşılıyor. Müze kuratörü Gorch Pieken müzedeki sergi konseptini şöyle açıklıyor: ‘ ‘Bu müze, fikir aşılamak isteyen bir müze değil. Temelde iki müze konsepti var: Eski yapıda kronolojik olarak Ortaçağ’dan günümüze kadar askeri tarih objelerle anlatılmakta. Yeni yapıda ise ‘Savaş ve Bellek’, ‘İnsan Vücudunun Formasyonu’, ‘Koruma ve Yok Etme’, ‘Ordu ve Moda’ temel başlıkları altında bazı instalasyon sergileri var. Kültürel-antropolojik arka planla hazırlanan bu sergilemelerin merkezinde insan var. İnsan; kurban, zanlı, ortak suçlu ve seyirci olarak ele alınmakta ’’.
İşte bu konsepte hazırlanan sergilemede uzaya yollanan uydulardan, Nazilerin toplama kamplarındaki yok etme araçlarına kadar pek çok obje sergilenmekte.
Bir konu olarak ele alınan ‘Savaşın Çocuk Odasındaki Yansıması’nda olası bir hava saldırısında çocuğun kendini nasıl koruması gerektiğini gösteren eski filmler ve objeler sergilenmekte. Ancak bunun yanında atom bombasının simule edildiği ve ziyaretçinin sergileme mekanından çıkarken geride kalan gölgesi; yine insana dönük empati içerikli sergileme örneklerinden.
Modern sergileme alanlarının hemen hepsinde ‘askeri alan’ ile ‘sivil alan’ iç içe, üst üste, yan yana durmakta. Yani özetle insanın merkezde olduğu bir müze.
Bütün bunları niçin yazdım?
Birincisi; Türkiye’de böylesi tarihi bir mekana böylesi bir müdahale kesinlikle imkansızlığını anlatmak için.
İkincisi; Çanakkale’nin hemen hemen her yeri antik dönemden Çanakkale Savaşları’na kadar uzanan savaş alanlarıyla çevrili. Özellikle Gelibolu Yarımadası bu kapsamda çok önemli. Kanlı çarpışmaların izlerini bütün derinliğiyle hâlâ üzerinde taşıyan Gelibolu Yarımadası, savaşın belleğini anıtlaştırmaya dayanan söylemlerin uygulamaları anlamında da zengin bir coğrafya oluşturmaktadır. Bu bağlamda tüm geleneksel ve karşı-anıt söylemlerinin dışa vurumlarından oluşan bir arka plan ile Çanakkale Savaşı’nın Gelibolu Parkı sınırları içerisinde, anıtlaştırılarak sunulmasına ait örneklere baktığımızda, yıllar içerindeki yaklaşım farklılıklarından izleyebiliriz.
Ancak 1998 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi bünyesinde rahmetli Prof. Dr. Raci Bademli yöneticiliğinde kurulan ekibin düzenlediği ‘Gelibolu Barış Parkı’, yarışmada birincilik ödülü alan proje çerçevesinde öne çıkan kriterlere göre ve tasarımcıların fikirlerini alarak Gelibolu Yarımadası Uzun Devreli Gelişim Planı’nı hazırlamıştır. Plan, temel olarak tüm park alanını kontrol altına alacak, girişten çıkışa kadar ziyaretçinin hatırlama deneyimini coğrafyanın tümüne yayacak süreçleri belirlemeyi amaçlamıştır. Jüri üyelerinden Doğan Kuban kendisiyle yapılan bir görüşmede, birincilik ödülünü verdikleri projeyi seçme sebeplerinin ilkini araziye “minimum müdahale” olarak tanımlar. Zaten projeye ait jüri raporu da “yarışma alanına, olduğu biçimiyle saygı duyan, bireysel deneyim özgürlüğü sağlayan, düşünceye dalmayı özendiren, doğayı zenginleştiren ve en alt düzeyde tutulmuş müdahaleler içeren bir proje” cümlesi ile başlar. Birincilik alan proje savaş alanlarını savaşın efsanevi coğrafyaları olarak tanımlar ve temel olarak ziyaretçi için bu coğrafyaya bir yolculuk önerir. İkinci olan projenin sloganı ise “bellek peyzajı”dır. Bir obje oluşturmayıp, mekânsal deneyime öncelik tanımak en belirgin özelliklerinden birisidir. Savaşın kendi coğrafyasındaki hatırlama deneyimine öncelik tanınması hem yarışma sürecinin hem de jüri değerlendirmesinde öne çıkan projelerin eş niteliğini oluşturur. Tüm bu açıklamalar ‚Gelibolu Barış Parkı‘ projesinin de insanı ve belleği merkezde gören bir konsepte sahip olduğunu gösteriyor.
Gelecekte Gelibolu Barış Parkı projesinde söz konusu bu ilkelere sadık kalınması dileğiyle.