Genel

Kayıp Medeniyetimizin En Ağır Yarası: Kelimeler

Yayınlandı

-

Kıymetli Okur,

Muhteşem bir medeniyet hayal edin, altı asra mührünü vurmuş ve hattâ öylesine kallavî ki dağılma süreci bile yıllarca sürmüş bir medeniyet…Medeniyetimiz bir aslana benzetilmektedir. Ve postundan 72 ülke peydâ olmuştur. Aynen renkli bir kilimin desenleri gibi, bu kocaman medeniyetin kültür birikimini hayal edin. Edebiyatta, mîmarîde, mûsikîde, şehircilikte, mutfak lezzetlerinde ve her nevî İslamî kültür öğesinde zirve idik. Hele ki hüsn-ü hat sanatında dünyada üzerimizde hâlâ olmadığını düşünüyorum. “Kuran-ı Kerim Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü boşuna söylenmemiştir. Dünyanın en iyi hattatları İstanbul’ludur ve hâlen diğer sanatlarımıza göre istisnâ olarak İstanbul’da nefis eserler verilmeye devam edilmektedir. Peki ya şimdi? Bizim büyük medeniyetimizin çağlara ve halklara hitâb ettiği bir devirden, onun kırıntılarıyla devâ arayan bir devire geldiğimizi görüyorum.

Pek çok kaybımız var, evet. Ancak bizim en büyük kaybımız, dilimizdir. Kelimelerimizi kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz. Konfüçyus diyor ki, “bir milleti yıkmak istiyorsanız, dilini tahrîb ediniz”. Ne kadar dehşetli bir söz ! Bu vesîleyle bir soru sormak istiyorum. Türk dünyasını gözünüzün önüne getirin, neden her bir Türk ülkesinin farklı dil konuştuğunu hiç düşündünüz mü? Belki birileri yapmıştır, kimbilir…

Kelime neden önemli? Önemli, çünkü insanlar kelimelerle düşünür. Ve düşünün ki, kelime hazneniz ne kadar dar ise o kadar sınırlı düşünüyorsunuz. Mefkûreniz, ufkunuz daralıyor. Ve bir şey üretemez hâle geliyorsunuz. Tarihî süreç içinde kelime haznemizin ne kadar daraldığını görebilmek için bir araştırma yapmanıza gerek bile yok, şu örnek yeterlidir: Daha 100 yıl önce yazılmış Mehmed Âkif’in “Safahat”ını sözlüğe bakmadan okuyamıyoruz. Kaldı ki bizim medeniyetimiz kaç asırlık…? Ve bu asırlarda kaç milyon eser te’lif edilmiş? İşte kelimelerimizin yok oluşunun bizden kopardığı mükemmel değerler…Osmanlıca bahsini açmak bile istemem, çünkü ikiyüz yirmi beş bin okunmamış Osmanlıca eser olduğu söyleniyor. Ve kimbilir belki de çok daha fazla kıymetli eser, tozlu raflarda küskün bir şekilde boynu bükük bekliyor…Ne kadar acı değil mi?

Bu üzücü durumun bizler için daha büyük bir eksisi vardır. Eski kelimeler (aslında aslâ eskimeyen kelimeler) incelenirse, kâhir ekseriyetle Kur’an kelimeleri olduğu görülecektir. Bizim aslî dilimizin kelimelerinin toplamı bir habl-i metîn (sapasağlam bir ip) oluşturur. Dilimizden her kelime eksilmesi o habl-i metîni oluşturan incecik iplerden birini koparmak demektir. Eski kelimelerle konuşan bir insan, namaza durduğunda okuduğu sûrelerdeki kelimeleri az-çok anlar ve kıldığı namazı daha bilinçli ve daha çok haz duyarak kılar. Birgün habl-i metînin bütün ipleri koptuğunda bizde Kur’an’dan kopacağız. Bu sebeple bu önemli problem derhal çözüm bekleyen meseleler arasındadır.

Üzücü olan durumlar bunlarla sınırlı değil. Meselâ bâzı kelimelerin menşeini çok merak ediyorum. Kim buluyor bunları acaba? Örneğin “tivitlemek”, meselâ “folov etmek” !? Allah’ım uydurukçadan sana sığınırım…Halbuki biz Anadoluyuz…Herbirimiz farklı şehirlerden geldik. Biz özümüzde toprak kokarız…Bizim uyduruk kelimeleri olmayan nice türkülerimiz, ağıtlarımız vardır…Biz şiiri Türkçenin en has kelimelerinden yazarız…Biz çay içip muhabbete doyamayan adamlarız…Şehirli olmayı geçtim,ne zaman bu kadar avrupalı olduk…? Çok sevdiğim bir Karamanlı arkadaşımdan duymuştum, alın bu da benden olsun: “garpuz gabuğu gormüş eşşek gibi sıytarmak…”

Herşeyi geçtim, mâdem eski kelimeleri unutuyoruz, anlamadığım mevzû ise neden gavurca kelimeleri bu kadar benimsedik? Geçen hafta yazdığım gibi biz dükkanlarımızın ismi gavurca olursa daha kaliteli olduğu zannedilir sanırız. İşi bu duruma getiren başka âmiller de var tabi, ama bu yeni bir başlık açılması gereken ayrı bir konu. Benim demek istediğim çok basit: Dükkanını açtığın memleket Türk, malını aldığın adam Türk, bu malları sattığın müşteri Türk, üzerinden ekmek yediğin insanlar Türk, herkesle Türkçe konuşuyorsun, ama dükkanının yani markanın ismi gavurca…Bu nasıl bir hakâret…? İstanbul’a gittiğimde Sirkeci’den Beyazıt istikâmetine ve Topkapı Sarayı’na doğru giden geniş caddede yavaş yavaş yürüyerek gezmeyi çok severim. Ancak bunu yaparken, cihâna hükmeden medeniyetin başsarayına doğru giden yoldaki aşağı yukarı bütün dükkan isimlerinin gavurca olduğunu görmek çok büyük bir üzüntümdür…Ramazanlarda Beyazıt Meydanı bambaşka olurdu, pek eğlenirdik…Şimdi ise herşey turist eğlendirmek için yapılıyor…Bir mekâna oturduğunda eğer orda turist varsa sen ikinci sınıf vatandaş muâmelesi görüyorsun…Allah’ım aklıma mukayyet ol…

Bu vesîleyle sizi Ziyâ Paşa’nın enfes kelimelerle yazdığı latîf bir şiiri ile başbaşa bırakıyorum. Allah’a emânet olunuz…

 

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm

Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm

 

Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli’de

Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm

 

Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti

Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm

 

Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü

Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm

 

Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin

Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm…

2 Yorum

  1. recai bayır

    04 Ocak 2014 at 21:38

    kaleminize sağlık hocam, yazılarınızı takib ediyoruz…

  2. Talha Sâlihoğlu

    04 Ocak 2014 at 23:19

    Allah kaleminizden dökülen hakîkat katrelerine okyanus bereketi lûtfeylesin vesselâm.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

ÇOK OKUNANLAR

Exit mobile version