Genel
İki Uyku Arasında Bir Gezgin: “Tarık Buğra”
Türk Edebiyatı burçlarında dalgalanan o eşsiz bayrak, yirmi yıl önce bugün çehresine heyecan veren rüzgârını yitirdi. Edebiyatımızın mümtaz kalemlerinden Tarık Buğra, 26 Şubat 1994’te kanser hastalığının pençesinde hayata gözlerini yumdu. Dilin görkemli dünyasında dur durak bilmeden gezinen Buğra, kendisinden geriye, bu dünyanın bahçelerini süsleyen, devasa tunç heykeller bıraktı.
Tarık Buğra; son nefesini veren koca bir kültürün ancak cenazesine yetişebilmiş, bu kültürün yok oluşu ile eksik kalmış bir ruh… Yaşamı boyunca bu eksikliğin tamamlanma beklentisi ile yol almış, bu hasreti kalemine, kelimelerine, cümlelerine doldurmuştur. Koca Osmanlı çınarının terkedilmiş gölgesi altında bir başına –kimilerinin “geri kafalılık” saydıkları eşsiz birikimi- anlatmış anlatmış anlatmıştır… Düşünülenin aksine ne monarşi, ne hilafet, ne kadı, ne subaşı ne de sadrazamdır dönmesini beklediği. Yıllardır çağdaşlık safsataları ile ruhu boşaltılmış bir nesli, yüzüstü bırakmaya zorlandıkları esas kaynaklarına döndürmeyi vazife addetmişti. Yüzyılları bünyesinde kardeşlik, birlik, hoşgörü ve de derin bir mistisizmle eriten o engin aguş, kaleminden süzülerek sayfalarını ihya etmişti. O, Kültürün dinamiklerini en uç noktalarına kadar özümsemiş, bu özden aldığı en büyük armağan olan dil ile muhtaç nesillere yol göstermiştir. Döneminde, öz Türkçeciler tarafından uğradığı dil saldırılarına aldırış etmemiş “hakikat yerine gerçek kelimesini kullansanız ne kaybedersiniz ?” sorusuna “hakikati, hakikati!” diyerek tereddütsüz bir şekilde yaşayan dile bağlılığını bildirmiştir.
Bugün bizler, Türkçe’nin en duru ırmaklarından bir ırmağı, hala canlılığını yitirmemiş, özlemle bekleşen dimağların ufuklarında dimdik duran bir tunç heykeli görmek, idrakine varmak ve de sahip olduğu engin dünyalarında bir seyre dalmak niyetinde isek eğer, onun “İki Uyku Arasında” inşa ettiği altın kubbesine sığınmalı, her geçen gün biraz daha kendimizi bilerek biz olmalıyız.